You are currently viewing Jung’un Sesi

Jung’un Sesi

  • Post author:
  • Post category:Uncategorized
  • Post last modified:August 14, 2024

Jung'un Sesi

Bilinçdışı, bilince taşınana kadar hayatını yönetir ve sen ona kader dersin.” Bu cümle İsviçreli psikiyatr Carl Jung’un şüphesiz en sevdiğim sözüdür. Bu söz bilinçdışının işleyişini anlatır ve bilinçdışının incelenmesinin önemini, incelenmezse nelerin tehlikede olduğunu ifade eder. Psikanalizin temelini oluşturan bilinçdışı kavramı, Jung’un akıl hocası Freud’un dünyaya en büyük katkısıdır. Bilinçdışı, rüyaların ve kasıtsız ortaya çıkan düşünce ve duygularımızın kaynağıdır, unutulmuş anıların ve bilinçten saklanan bilgilerin yaşadığı yerdir.

Aydınlanma Çağı’ndan itibaren doğa bilimlerinin dışında kalan bilgi formları ilgilendikleri alanda fiziğin yasalarına benzer genel kanunlar bulma arayışına girmiş ve ödünç alınmış birtakım yöntemlerle bilimsel meşruluk mücadelesi vermeye çalışmıştır. Sosyal bilimler alanında yaşanan bu meşruluk mücadelesinin günümüze kadar devam ettiği söylenebilir. Bu yazının temel problemi, psikanalizin önemli isimlerinden Carl Gustav Jung’un gölge arketipini kavramsal düzeyde ele alırken sanat ve edebiyattan yararlandığı bazı kaynakları göstermek ve sosyal bilimlerin günümüzde de devam eden metodolojik sorunlarına ışık tutmaya çalışmaktır. İnsan doğası ve kolektif bilinçdışının önemli öğelerinden biri olan gölge arketipi, edebiyattaki “kötü ikiz ya da öteki” imgesinden hareketle kavram düzeyine çıkarılmış, yani sanatın imgelem yoluyla göstermeye çalıştığı bir durum tarihsel olarak çok daha yakın bir dönemde psikanaliz bir kavrama dönüştürülmüştür.

Öteki, gölge ya da kötü ikiz örnekleri her ne kadar içerik açısından farklılıklar taşısa da özü, karşıtların birliği şeklinde ifade edilebilir. İnsan, Aydınlanma ve modernizmin iddia ettiği gibi bütünsel, yekpare ve akli bir varlık değildir. O bir çelişkidir ve davranışları çoğu zaman rasyonel anlamda açıklanamaz. Modern dönemde kurgulanan varlık tasarımlarına taban tabana zıt olan edebiyattaki bu yaklaşım, genel anlamıyla sanat ve estetiğin görece özgür, ayrıcalıklı ve zamanın ruhu dışında olmasıyla ilişkilidir. Nitekim edebiyatın bir kültür eleştirisi üzerinden yükseldiğini söylemek abartılı bir yorum olmaz.

Jung’un gölge arketipini nasıl ele aldığına geçmeden önce edebiyatta güçlü bir motif olan doppel-gangerin (kötü ikiz, öteki) izini sürmek daha doğru olacaktır. Nitekim edebiyat ile psikanalizin önemli bir kesişim noktasını ifade eden bu imge, Freud ve Otto Rank gibi psikanalistlerin de dikkatini çekmiş, insan psişesini anlamada bu temanın kilit bir rolü olduğu özellikle vurgulanmıştır.

Meltem Gürle, doppel ganger (kötü ikiz, öteki) sözcüğünü şöyle açıklar:

Almanca bir sözcük olan doppel-ganger, tam olarak çevirmek istersek, “çift gezen” gibi bir anlama gelir. Yani öncelikle birlikte yürüyen iki kişi ya da birbirinin içine geçmiş iki ayrı benlik hayal etmemiz beklenir. Hikâyenin kahramanı, kendisine tıpatıp benzeyen bir kopya karakterin varlığına maruz kalır. Onu “içinde” (ya da “yanında”) taşımaya mahkûm olur. “Öteki” bir gölge gibi onunla birlikte dolaşır, yavaş yavaş hayatını ele geçirir ve sonunda yerini alır. Ben olmayan ama bana benzeyen şey felaketimdir. Kötü ikiz teması bu felaketin dile gelmiş halidir. Onunla birlikte iyiler kötülere dönüşür, ışık karanlıkla ve yaşam ölümle yer değiştirir. Kâbuslarımızın en korkunç tarafı da böylece edebiyatta karşılığını bulur.

William Shakespeare’in Hamlet’inde şöyle bir konuşmayla karşılaşırız:

HAMLET: Bir fındık kabuğu içinde bile kâinatın kralı sayabilirim kendimi… gördüğüm kötü rüyalar olmasa.

GUILDENSTERN: Rüyalar tutkulardır işte. Tutkunun özü bir rüyanın gölgesidir sadece.

HAMLET: Rüyanın kendisi de bir gölgedir.

ROSENCRANTZ: Elbette! Tutku öyle boş, öyle koftur ki bence, bir gölgenin gölgesi dense yeridir.

HAMLET: Öyleyse en sağlam varlıklar dilencilerimiz; krallar, kahramanlar da dilencilerin gölgeleri!

Dilenciler kahraman, kahramanlar da dilencidir. Bu iki karşıt kutup tek bir bedende-varlıkta birleşir. Metinde vurgulanan “rüyalar gölgedir” önermesi, rüyada bilincin (rasyonalitenin) aranmayacağı anlamına gelir. Bilinç ve bilinçdışı arasındaki gerilimde bireyin tutkuları ikinci alana, yani bilinçdışı alanına aittir. Karşıtların birliği, benliğin en küçük parçalarına dahi nüfuz eder. Tutku, en nihayetinde, gölgenin gölgesidir ve akıl bu alanda ancak pasif bir rol oynar: “Kimse ayıplamasın kudurup şahlanan tutkuları, madem buzlar bile tutuşuyor böylesine, madem akıl pezevenklik ediyor arzuya…”

Oyunun bütünlüklü yapısı da pekâlâ gölge imgesiyle ilişkili olarak düşünülebilir: Hamlet’in bilinciyle varamadığı gerçek, bilinçdışı tarafından açığa çıkarılır ve babanın hayaleti aslında Hamlet’in gölgesidir.

Goethe’nin Faust’u da benzer bir temaya sahiptir. Faust ve Mefistofeles ikiliği esasında içsel bir ayrışmayı temsil eder. Oyunda karşıtlık en uç noktasına kadar götürülmüş, gölge şeytan siluetinde ortaya çıkmıştır.

Faust, Mefistofeles’i çalışma odasında gördüğünde onun gölge mi yoksa gerçek mi olduğunu anlayamaz. Karşısındakinin gerçek olup olmadığının önemi yoktur, zira o bir “kaos”, “hiçlik” ve “başlangıçta her şey olan”dır: “Bir parçası o gücün, hep kötülüğü isteyip iyiliği yaratan.”

Faust oyunun başında şeytanı zapt edecek kudrete sahip olmasa da yaşamanın acısını çekmeye gönüllü olur ve böylece bölünme gerçekleşir. Gölgeyi görebilmek için acıyı ve hiçliği göze almak gerekir, çünkü gölgeler azizlere görünmez. İkiliğin tezahüründen önce Faust’un ağzından şunları duyarız:

Ah, hayal öylesine büyüktü ki, haklıydım cüce gibi görmekte kendimi. (…) Şimdi zamanıdır eylemlerle ispatlamanın, (…) o karanlık mağaradan korkulmadığını, hani hayal gücünün kendi işkencesine dönüşmeye lanetlendiği o geçite varmak isteğiyle, dar ağzından cehennemin bütün alevlerinin yükseldiği; kaygısızca bu adımı atmaya karar vermek, isterse hiçliğe akıp gitme pahasına olsun.

Oyunun beşinci ve son perdesinde Faust harabe halindeki kilise önünde dinlenmek ister ve gölgeler karşısında ürperir. Bitime yakın meleklerin ağzından şu dizeleri duyarız: “Ruhun etkin gücü, unsurları çekince kendine, hiçbir melek bu tek vücut olmuş ikiz tabiatı ayıramaz birbirinden, edebi aşktır sadece bunları ayırabilecek olan.”

Gölgenin şeytan siluetinde belirmesi Thomas Mann’ın Doktor Faustus’u ile Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inde de karşımıza çıkar: İvan Karamazov’un şeytanla karşılaşması bir çeşit hastalıktır, çünkü doktor muayene sırasında İvan’da beyin rahatsızlığı bulmuş, vakit kaybetmeden tedaviye başlanılması gerektiğini söylemiştir. İvan doktorun öğüdünü umursamaz, onun hedefi gücü yettiği kadar ayakta durmak ve “kendine karşı temize çıkmak” için olanca mertliğiyle hastalığa isyan bayrağı açmaktır. Gerçek ancak savaşma isteğinden sonra İvan Karamazov’a açılır. İvan’ın ilk cümlelerinden biri şudur: “Hatırlamam gereken şeyi önüme fırlatıp kulağıma fısıldamanla inandın mı sanıyorsun?” Şeytan, inanmak için maddi delilin yetersizliğini vurgular ve kendisinin maddeci değil, gerçekçi olduğunu söyler. İvan gördüğü şeyin hayal olduğuna inanmak istese de şüphe içindedir: “Kabussun sen,” der. “Benliğimin, daha doğrusu bir parçamın, düşüncelerimle duygularımın, ama en kötü, en anlamsızlarının ete kemiğe bürünmüş şeklisin.”

Şeytan İvan’ı yarı yarıya onaylar:

Uykuda, en çok da kabuslarda, mide bozukluğunda falan, insan bazen adeta bir sanat eseri gibi düşler görür; karışık, gerçek hayata uygun şeyler, bir sürü olay. Bunları birbirine birtakım entrikalar bağlar, içinde en ince duygularımızdan gömleğimizin düğmesine kadar öyle ayrıntılar vardır ki, yemin ederim sana, Lev Tolstoy bulamaz bu kadarını. (…) Ben sadece gördüğün bir hayalim, ama kabustaymış gibi, yepyeni, şimdiye kadar senin aklına gelmeyen şeyleri söylüyorum. Asla düşündüklerini tekrarlamıyorum, oysa ben sadece bir kâbusum, başka bir şey değil.

Kişinin gördüğü kâbus daha önce düşüncelerinde olmayan, aklına gelmeyen şeyi nasıl açığa çıkarabilir? Şeytanın bilinçdışından konuştuğunu, başka bir ifadeyle bilinçdışının karanlık yanlarını ortaya çıkardığına kuşku yoktur; bunun için bilincin kapalı olması ilk koşuldur; uyku, afyon, kâbus, hatta bir “hastalık” olması gerekir. 

Fiziksel bir rahatsızlığı insanın zihinsel etkinliği için temel bir mesele olarak gören Thomas Mann, Doktor Faustus’ta Karamazov Kardeşler’e benzer bir ikileşmeyi ele alır. Adrian Leverkühn’ün estetik bütünlüğe ulaşabilmesi için hastalık şarttır, ki Thomas Mann birçok eserinde hastalığı sanatsal yaratımda temel bir unsur olarak görür: Buddenbrook Ailesi’nin sanatçı ruhlu Christian’ı hastadır, Hans Castorp sanatoryumda tedavi olurken zihinsel sıçramalar gerçekleştirir.

Doktor Faustus’ta zihinsel etkinliğin, yani ruhun ortaya çıkabilmesi için iki şey gereklidir: Hastalık ve kötülük. “Kişiyi selamete erişmek bakımından en kökten kuşkulara düşüren türden bir günahkarlık, selamete uzanan en hakiki teolojik yoldur. ”Şeytan olmasa kimse teolojik olarak varlığını sürdüremez. Sanatçı caniler ve delilerin kardeşi olmak zorundadır. Şeytan yaratıcı düşünce için gerekli olan hastalıkla ilgili şöyle der: “Hastalık, bu göze batmayan, saygılı ve gizemli hastalık, dünyaya ve vasat yaşama karşı bir bakıma eleştirel karşı duruş geliştiriyor. Kişiyi, kentsoylu düzene karşı daha dik, daha müstehzi kılıyor ve onun özgür düşünceye, kitaplara ve fikirlere sığınmasını sağlıyor.”

Adrian Leverkühn henüz dünyadayken cehenneme hazırlanır, çünkü “gururlu bir ruha yetebilecek tek şey, sıra dışı bir varoluştur”. Leverkühn’ün kibri bunu ılık bir şeyle değiştirmeye asla müsaade etmez; hastalığı kendi iradesiyle kabul eder ve demans olur. Demans, anlatıcıya göre kendi benliğinden sapmak, kendine yabancılaşmak anlamına gelir.İkiye bölünme Doktor Faustus’ta olduğu gibi Thomas Mann’ın bütün eserlerinde yaşamla zihin arasında uzlaşmaz bir karşıtlık olarak ortaya çıkar. Nitekim “şeytanın yardımı olmaksızın, kazanın altında cehennem ateşi yanmaksızın sanat yapmak imkânsızdır”.

Carl Gustav Jung, psikolojideki temel paradigmalara karşıt olarak insanın kolektif bilinçdışına sahip olduğunu iddia etmiş, bu anlamda gölge arketipine özel bir önem vermiştir.

Hem Freud’un hem de Jung’un bir parçası olduğu psikanalitik kavrayışa göre zihinsel ve hatta fizyolojik sağlık adına, bilinçdışı ve bilinç ayrılmaz bir şekilde bağlantılı olmalı ve böylece beraber hareket etmelidir. Bu bağ koparsa veya çözülürlerse, psikolojik rahatsızlığa sebep olur. Jung’un kavrayışının Freud’dan ayrıştığı nokta ise “kolektif bilinçdışı” kavramıdır.

Jung’a göre bilinçdışı Freud’un dediği gibi sadece bireysel değildir, aynı zamanda toplumsaldır. Bu kolektif bilinçdışının içinde kalıtsal içgüdülerin yanı sıra çeşitli arketipler bulunur. Arketipler arkaik veya ilkel tiplemelerdir, en eski zamanlardan beri var olan evrensel imgelerdir.

Jung’a göre insanın gerçek benliğini keşfedebilmesi için kolektif bilinçdışında bir maceraya çıkması, buradaki arketipleri tanıması ve bilince taşıması gerekmektedir.

Bu maceranın ilk adımı ise Gölge arketipi ile tanışmaktır.

Gölge arketipi

Gölge arketipi bireyin kendi kişiliğinin kötü, negatif, istenmeyen, reddedilen veya korkulan yönlerini temsil eder. Gölgenin birçok ismi vardır: reddedilen benlik, alt benlik, kötü ikiz, bastırılmış benlik, “alter ego”…

Kendi karanlık tarafımızla yüz yüze geldiğimizde şeytanla güreşmek, yeraltına iniş, ruhun karanlık gecesi, orta yaş krizi gibi metaforlar kullanırız.

Bunlar Gölgemizle karşılaşmamızı tanımlamak için kullandığımız metaforlardır. Bir kişi Gölgesiyle karşılaştığında, kendinde reddettiği yönlerinin ve dürtülerin farkına varır. Çoğu zaman bundan utanır çünkü çoğu insan bencillik, tembellik, özensizlik, korkaklık, açgözlülük gibi “kötü” özellikleri kendine yakıştıramaz. Gelişimsel bir noktadan bakarsak Gölge, toplumsal beklentilere uyma eğilimimizle de alakalıdır. Örneğin çocukluğumuzda ebeveynlerimizde veya öğretmenlerimizde korku veya kaygı uyandıran kişilik özelliklerimiz, onların bizi cezalandırmasına veya eleştirmesine neden olur. Biz de bu “kötü” özellikleri ifade etmemek için bilinçdışımıza bastırırız. Böylece bilinçdışımızda, tüm istenmeyen özelliklerimizin içinde toplandığı bir Gölge oluşur. Fakat bu bastırış, bizi güçlü ve sağlıklı yapma potansiyeline sahip olan kişilik özelliklerini ve dürtüleri de bastırmamıza neden olur.

Gölge figürü ile filmlerde, edebiyatta ve mitolojide sıklıkla karşılaşırız. 

Yerli ve yabancı masallar, kitaplar, sinema ve dizilerde gölge figürüne rastlarız ve bu sanat dallarını gölge arketiinin beslediğini açıkça söyleyebiliriz.

Biz bir masalı sadece masal olarak, bir şiiri sadece şiir olarak dinlersek içerisinde yer alan gölgeye dair sembolleri fark etmezsek o masaldan ya da şiirden yüzeysel bir şekilde faydalanmış oluruz. Fakat Jung ile tanıştıktan ve gölge arketiini bildikten sonra okuduğumuz şiir, izlediğimiz dizi, baktığımız tablo bile aynı olmayacaktır. En basit örnek verecek olursam Çocukluktan beri aşina olduğumuz keloğlan masalında bile bir çok Jung arketiine rastlayabiliriz kendim şahsım adına şiir ile aram ek yoktur ama cocukluktan beri bildiğim nazım hikmetin tahirle zümre meselesi şiirdine bile biraz yakından bakarsak gölge arketiini görebilmemiz mümkün. 

Jung’un arketiplerini birçok mesnevi, masal ve hikayede görebildiğimizi söylemiştim size bununla ilgili kısa bir örnek vermek istiyorum.  Leyla ile Mecnun’un aşkında çok oüler bir aşktır bilmeyenimiz yoktur herhalde diye düşünüyorum.  Kays ile Leyla’nın ilk mektep zamanlarında karşılaşmaları ve aşık olmalarıyla başlayan hikayede, onların bu aşkı toplum tarafından iyi karşılanmaz. Bu noktada Kays, kendisine toplumun kabul edeceği yeni bir yüz (persona) oluşturur ve “Mecnun” olur. Leyla’nın babası ve İbn-i Selam (Leyla’nın evlendiği kişi)  Mecnun’un bastırılmış korkularıdır ve onlara karşı saldırgan dürtüler içindedir. Bu dürtüler onun gölge arketipidir. Hikayede Mecnun’un animası Leyla’dır. Leyla, Mecnun’un iç dünyasında tamamlanmayı bekleyen kadınsal yanıdır. Mecnun ise Leyla’nın animusudur. Mecnun’un tüm arketiplerden gelen uyarıcılarla baş etme durumu ise ben arketipidir.

Halk edebiyatının önemli bir hikayesi olan  Dede Korkut Hikayeleri’nden Deli Dumrul’da da arketipler oldukça belirgindir. Deli Dumrul savaşçı ve acımasız bir gençtir. Toplum tarafından yiğit ve yüce gönüllü görünebilmek için bir köprü yaptırır. Köprü yaptırması onun personasıdır. Hikayede bir gencin ölümünden dolayı ağıtlar yakılmaktadır ve Deli Dumrul, Azrail’i yakalayacağını ve genci geri getireceğini söyler fakat bunun asıl sebebi, Deli Dumrul’un bu ağıtlardan rahatsız olmasıdır. Bu durum onun topluma yansıtamadığı gölge arketipidir. Deli Dumrul’un animası, onu çok seven karısıdır. Karısı Deli Dumrul’un yerine ölmeyi kabul etmiştir. Ben arketipi ise, Deli Dumrul’un doğru olanı fark etmesi ve Azrail’den kendi canını da almasını istemesidir.

Görüldüğü üzere edebi eserler kolektif bilinç dışı sembollerle doludur. Biz okuyucuların ve dinleyicilerin eserlerde kendi yansımalarımızı görerek haz duygusu yaşamamızın asıl sebebi de bu sembollerdir.

Bunun gibi bir çok örnek vermek mümkündür 

Şimdi hesini size tek tek analiz edemeyceğim zamandan dolayı ama ilerleyen zamanlarda eserlerin özelinde belki bir gölge arketiii analizi yapabiliriz.

Ben size dünyadan örnekler vererek konuma devam etmek istiyorum şimdilik.

“Dr. Jekyll ve Bay Hyde” isimli kitapta saygın ve iyi kalpli doktor Jekyll, Bay Hyde isimli bir canavara dönüşür. Bu Gölge kişilik, benliğini ele geçirir ve hayatını mahveder. Sherlock Holmes’un azılı düşmanı Moriarty, Sherlock kadar zekidir fakat kendini dedektifliğe değil, tam zıttı, suça adamıştır. “Breaking Bad” dizisinin başlarında Walter White ılımlı, sakin, herhangi bir hırstan yoksun bir kimya öğretmenidir. Fakat dizi ilerledikçe yıllarca bastırdığı öfkesi ve hırsı “Heisenberg” kişiliğinin altında ortaya çıkar.

Gölge kavramının en sevdiğim örneği “Dövüş Kulübü” filminde gösterilmiştir. Filmde Brad Pitt’in canlandırdığı Tyler Durden karakteri, Edward Norton’un canlandırdığı ana karakterin kişiliğinin bir parçasıdır. Ana karakter hayattan bıkmış, uyurgezer, materyalist biridir. Ana karakterin kişiliğinde bastırdığı karizma, güç ve liderlik özellikleri sadece Gölgesi Tyler Durden’a dönüştüğünde ortaya çıkar. Ancak uzun bir mücadeleden sonra ana kahraman Gölge tarafıyla “uzlaşır” ve onu kendi benliğinde bütünleştirir.

Jung’un şu  sözünü hatırlayalım, “bilinçdışı, bilince taşınana kadar hayatını yönetir ve sen ona kader dersin”. O zaman, inkâr ettiğimiz, kendimizden uzak tuttuğumuz, bastırdığımız Gölgemiz bilinçdışımızda yaşadığı sürece hayatımızı yönetecektir. “Ne yazık ki, insanın, kendini hayal ettiği veya olmak istediği kadar iyi olmadığına şüphe yoktur. Herkesin bir Gölgesi vardır ve bireyin bilincinde ne kadar az somutlaşmışsa, o kadar karanlık ve yoğun olur. Gölge, en iyi niyetli davranışlarımızı bile bozguna uğratan bilinçdışı bir engel oluşturur.” Peki, bilince taşınmamış gölge hayatımızı nasıl etkiler?

Gölge, içgüdüsel ve mantık dışı olduğu için insanın kendinde kabul edemediği eksiklikleri dışarıya, başkalarına yansıtır. Reddedilen “kötü” özellikleri kendimizde göremeyiz ama başkalarında rahatlıkla fark edebiliriz. Yansıtmalarımız başkalarını algılayışımızı etkiler, çevremize hatalı bir şekilde bakmamıza sebep olur. Örneğin, eğer çevremizdeki herkesin bencil olduğunu düşünüyorsak, bu bilincimizden uzaklaştırdığımız, kabullenemediğimiz kendi bencilliğimizin bir yansıması olabilir. Her şeyden önce kendi bencilliğimizi kabul etmezsek, yani Gölgemizle tanışmazsak tüm dünya bizim için tehlikeli olacaktır.

Jung’a göre, Gölge, bir kişinin eylemlerini tamamen ele geçirir, kendini dürtüsel veya kasıtsız eylemlerde belli eder. Düşünmeye vakit bulamadan insanın ağzından kötü bir söz çıkar, yanlış bir karar verir ve asla bilinçli olarak istemeyeceği sonuçlarla karşı karşıya kalır. Jung’a göre, “Gölgesinin etkisinde kalan biri her zaman kendini engeller ve kendi tuzağına düşer, kendi seviyesinin altında yaşar.” Gölgemiz bilincimizin dışında hareket ettiğinde hayatımızı darmadağın edebilir. Çünkü zihnimizdeki bastırılmış içerikler hiçbir zaman kaybolmaz, sadece bilincimizin dışında hareket ederler. Bilince taşınmamış Gölge, düşüncelerimiz, duygularımız ve davranışlarımız üzerinde kontrol uygulayarak varlığımızı ele geçirme gücüne sahiptir. Gölgemiz tarafından yönetildiğimizde, zor zamanlara sürüklenebiliriz ve bunun kötü şanstan veya kaderden dolayı olmadığını, kendi kendimize yarattığımız bir durum olduğunu fark edemeyiz.

O zaman görünen tek çare, Gölgemizle tanışmak, onu benimsemektir. Kendimizi keşfimizin ilk adımı sevmediğimiz, korktuğumuz, reddettiğimiz özelliklerimizle hesaplaşma cesaretini göstermemizdir. Jung’a göre Gölge, benliğimizin yaşayan bir parçasıdır ve yaşamaya da devam etmek ister. Mantık yoluyla onu yok etmek veya zararsız hale getirmek işe yaramaz. Yani tüm arketiplerde olduğu gibi Gölgeyi de sadece mantık ve akılla benimsemek imkansızdır. Arketipler kendilerini rüyalardaki semboller ve mitolojik motifler ile gösterir. Jung, bu sebeple arketiplerin araştırılmasında rüya analizlerini, sanatı ve terapi odasındaki diyalogu kullanmıştır.

Görevimiz mükemmel olmak değil, benliğimizde bütün olmaktır

Hedefimiz Gölgemizdeki özellikleri benliğimizin “kötü” yönleri olarak değil, varlığımızın gerekli ve hayati parçaları olarak kabul etmek olmalıdır. Yani hayattaki görevimizin, mükemmel olmak olmadığını, bütün olmak olduğunu anlamak önemlidir. Bu bütünlük hem iyiyi hem de kötüyü, hem ışığı hem de karanlığı içerdiğinden, benliğimizde bütünlüğün elde edilmesi için Gölgemizi bilincimize katmamız gerekir.

“Gölgemizin dostumuz mu düşmanımız mı olacağı büyük ölçüde kendimize bağlıdır. Aslında Gölge, durum ne olursa olsun bazen teslim olarak, bazen direnerek bazen de sevgi vererek geçinmek zorunda olduğumuz herhangi biri gibidir. Gölge, yalnızca görmezden gelindiğinde veya yanlış anlaşıldığında düşman olur.”

Gölge arketipi, insan ruhunun karanlıklarını temsil eder. Travmatik olaylarla oluşabileceği gibi, geçmişten getirdiğimiz karmik izlenimler ya da atalardan aktarımlar da gölge yanlarımız olabilir. Gölgeler günlük hayatın akışındaki tetiklenmelerimizde, duygu patlamaları, beklenmedik tepkiler, korkular ve ön yargılar üzerinden kendilerini gösterirler. Gün ışığına çıkmadıkları sürece içsel bütünlüğümüz bozulur, kendimizden uzaklaşmış hissederiz.

Şaman anlayışına göre, acıya dayanamadığı için ruhumuzun bir parçası kopar ve beden-zihin-ruh bütünlüğümüz bozulur. Şamanlar bu ayrışmaya “kayıp ruh parçası” derler. Psikolojide buna en yakın terim ise “disosiasyon” yani “ayrışma”, kendine yabancılaşmadır.

Gölgelerimiz, öz varlığımızla aramızdaki engeller, bariyerlerdir. Gölgeler her insanda olmakla birlikte, insan olma deneyiminin de bir parçasıdır.

“İyi olmaktansa bütün olmayı tercih ederim.”

Carl Gustav Jung

Gölge çalışmaları, gölgeyi, öz benlikle bütünleştirmek, diğer bir deyişle, kayıp ruh parçasını geri almak için yapılan çalışmalardır. Gölge çalışmasının ardından, tamamlanmış ve daha ileri bir versiyonumuza doğru ilerleyebildiğimizi hissederiz. Eğer kendinizi sevmiyorsanız, sık sık kendinizi sabote ediyorsanız, öz güven eksikliği yaşıyorsanız, endişe ve depresyonla mücadele ediyorsanız, çevrenizle ve hayatla sağlıklı bağlar kuramıyorsanız, kendinizden ve hayatınızdan memnun değilseniz sizin de gölge taraflarınıza daha yakından bakma vaktiniz gelmiş olabilir.

Gölge tarafımızla nasıl barışabiliriz?

Gölge yanımızla ile yüzleşmek acı verse de nihayetinde bizi öz benliğimize, birlik ve bütünlük duygusuna yaklaştırır. Acıdan kaçmaktansa, acı ile yüzleşmeye ve şifalanmaya karar vermek ruhsal yolculukta önemli bir eşiği atlamış olmanın da işaretidir. Nereden başlayacağınızı bilemiyorsanız, üzerine biraz yoğunlaşıp aşağıdaki sorulara verdiğiniz cevapları bir deftere yazarak ve gölge yanlarınıza dair farkındalık geliştirerek başlayabilirsiniz.

Olduğunuz gibi olmaya izin verin

İyi değilseniz, iyi olmama halinde durabilir misiniz? Yorgunsanız, dinlenmeye izin verebilir misiniz? Bir yere gitmek istemiyorsanız “hayır” diyebilir misiniz? İstemeden, utanç verici bir davranış sergilediyseniz, bunun da insan deneyiminin bir parçası olduğunu kabul edip kendinizi affedebilir misiniz? Sizi nelerin/kimlerin tetiklediğinin farkında mısınız? Çirkin bir tarafınızla karşılaştığınızda dahi aynada kendinize uzun uzun bakabilir misiniz? Hoşunuza gitmeyen ve dışladığınız yanlarınızla ve hatta belki o hatırlamak istemediğiniz geçmişle yüzleşmeyi, barışmayı ve onu da sevmeyi, hayatınıza entegre etmeyi denediniz mi?

Kendinize karşı dürüst olun

Kendinizle baş başa kaldığınızda nasılsınız? Dışarıya yansıttığınız halinizle içeride hissettikleriniz aynı mı? Şu anda hayatta nelerle mücadele ediyorsunuz? Sıkıntılarınıza yakından bakma cesaretini gösteriyor musunuz? Bugünlerde en çok hissettiğiniz duygular hangileri? Geçmişinizle ilgili hisleriniz nasıl?

Ego savunma mekanizmalarınızı fark edin

Gölge taraflarımızın su yüzüne çıkmaması, hayatın acı tarafıyla yüzleşmemek için Freud’un deyimiyle belli “savunma mekanizmaları” geliştiririz. Siz hangi duygu ve düşüncelerinizi bastırıyorsunuz? Hangilerinden kaçıyorsunuz? Hangi gerçekleri inkar etmeye devam ediyorsunuz? Ne bahaneler buluyorsunuz? Yanlış olduğunu bildiğiniz şeyleri yapmaya devam ederken kendinizi nasıl ikna ediyorsunuz? Size hissettirdiklerinden ve yaşattıklarından ötürü kimleri suçluyorsunuz?

Savunmasız taraflarınızı fark edin

Dışarıya yansıtmasak da hayatta hepimizin savunmasız hissettiği taraflar var. Sizin hayattaki güvensizlikleriniz neler? Kıskandığınız ya da gıpta ettiğiniz insanlar var mı? En son ne zaman ağladınız? Bir hata yaptığınızda kendinize söylediklerinizi hiç fark ettiniz mi? Korkularınızın ve korku ile verdiğiniz kararların farkında mısınız? Reddedilmek, terk edilmek ya da başarısızlık ihtimali size nasıl hissettiriyor? Hangi anlarda çaresiz hissediyorsunuz? Yetersiz hissettiğiniz konular hangileri? Kendi değerinizin farkında mısınız? Kırılganlıklarınıza yakından bakıyor musunuz? Gereğinden fazla fedakar bir yapınız mı var? Çokça veriyor ve alırken utanıyor musunuz? Çocukken hangi ihtiyaçlarınızın karşılanmadığını düşünüyorsunuz? Bağımlılıklarınız var mı? Nelerden utanç duyuyorsunuz?

Kendinize şefkatle yaklaşın

Bütün bu yazdıklarınızı en yakın arkadaşınız tüm samimiyetiyle size açsaydı, ona ne söylerdiniz? Kendinizle yakın bir dostunuzla kurduğunuz şekilde anlayışlı, destekleyici ve şefkatli bir iletişim kurmaya başlayın.

https://birikimdergisi.com/guncel/11111/golge-arketipi-ve-otekiler#_ftn9

https://dergi.salom.com.tr/haber-933-jungacuteun_golgesi.html

https://www.loveinartsz.com/carl-jung-arketipler-ve-edebiyata-yansimalari/

TR:

Bu videolardaki tüm materyaller eğitim amaçlı kullanılmaktadır ve adil kullanım kurallarına uygundur. Telif hakkı ihlali amaçlanmamıştır. Bu videoda kullanılan materyallerin telif hakkı sahibiyseniz veya bunları temsil ediyorsanız ve söz konusu materyalin kullanımıyla ilgili bir sorununuz varsa, lütfen e-postam aracılığıyla kanalımdaki “hakkında” sayfasından benimle iletişime geçin veya websitemiz üzerinden bizlere form aracılığıyla ulaşın.

ENG:

All materials in these videos are used for educational purposes and fall within the guidelines of fair use. No copyright infringement is intended. If you are or represent the copyright owner of materials used in this video and have a problem with the use of said material, please contact me via my email in the “about” page on my channel or via our website.

#carlgustavjung #jung #sigmund #sigmundfreud #podcast #podcasts #türkçepodcast #kültürsanat #psikoloji #psikiyatri  #arketipler  #gölgearketipi

https://birikimdergisi.com/guncel/11111/golge-arketipi-ve-otekiler#_ftn9

https://dergi.salom.com.tr/haber-933-jungacuteun_golgesi.html

https://www.loveinartsz.com/carl-jung-arketipler-ve-edebiyata-yansimalari/