Bir Toplum Nasıl Özgür Olur? Rousseau'nun Yanıtı
Giriş
“İnsan özgür doğar; oysa her yerde zincire vurulmuştur”
diyor Jean-Jacques Rousseau, ünlü Toplum Sözleşmesi eserinin ilk sayfalarında. Bu söz, özgürlük kavramının toplum içinde karşılaştığı büyük paradoksu çarpıcı biçimde özetliyor: İnsanoğlu doğuştan özgürdür, fakat medeniyetin ve toplumsal düzenin içinde bir dizi kısıtlamayla, adeta görünmez zincirlerle kuşatılmış hisseder. Peki bu nasıl bir özgürlük paradoksudur? Bu paradoks, bireyin mutlak özgürlüğünden vazgeçip toplumun kurallarına boyun eğerek daha yüksek bir özgürlük kazanabileceği fikrini içerir. Bu podcast bölümünde, 18. yüzyılın aykırı filozofu Rousseau’nun düşüncelerine kulak verip bu paradoksu anlamaya çalışacağız. Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi metnini ve diğer önemli eserlerini inceleyerek özgürlük, toplumsal düzen, genel irade, yurttaşlık ve egemenlik kavramlarının derinliklerine ineceğiz. Ayrıca Rousseau’nun fikirlerini tarihsel bağlama oturtacak, Hobbes ve Locke gibi düşünürlerle farklarını tartışacak ve nihayetinde günümüz dünyasındaki demokrasi krizleri, birey-devlet ilişkisi ve sosyal medya çağında özgürlük gibi konularla bağlantılarını kuracağız.
Ressam Maurice Quentin de La Tour’un 1753 tarihli pastel portresinde Jean-Jacques Rousseau, düşünceli ve kendinden emin bir ifadeyle izleyiciye bakıyor. Rousseau, Aydınlanma Çağı’nın en etkili ve tartışmalı filozoflarından biri olarak özgürlük üzerine geliştirdiği fikirlerle tanınır.
Podcast boyunca tek bir anlatıcının rehberliğinde Rousseau’nun dünyasına dalacağız. Anlatımımız anlaşılır ama akademik derinlikte olacak; ne fazla teknik jargona boğulacak ne de konuyu yüzeysel bir popülerliğe indirgeme tuzağına düşecek. Bölümler halinde ilerleyerek tarihsel arka planı çizecek, Toplum Sözleşmesi’nin içeriğini metin incelemesi şeklinde ele alacak, Rousseau’nun ortaya attığı kavramları açıklığa kavuşturacak ve günümüzle bağlantılar kurarak fikirlerinin bugünkü anlamını sorgulayacağız. Hazırsanız, Rousseau ve Toplum Sözleşmesi ekseninde özgürlüğün anlamını ve paradoksunu keşfetmeye başlayalım.
Tarihsel Arka Plan
- yüzyıl Avrupa’sı, Aydınlanma Çağı olarak bilinen büyük bir düşünsel hareketliliğe sahne oldu. Bu dönemde akıl, bilim ve ilerleme idealleri ön plandaydı. Toplumların yönetimi ve bireylerin hakları konusunda filozoflar yeni teoriler geliştirdiler. Özellikle toplum sözleşmesi teorisi, yani siyasi iktidarın meşruiyetinin halkın rızasına ve varsayımsal bir sözleşmeye dayanması fikri, dönemin önemli düşünürleri tarafından farklı biçimlerde ele alınmıştı. Rousseau’dan önce Thomas Hobbes ve John Locke bu teorinin iki farklı yorumunu sunmuşlardı. Hobbes, insanın “doğa durumu”nu kaotik ve tehlikeli olarak tasvir ederek mutlak bir hükümdarın yönetiminde güçlü bir devleti savunmuştu. Ona göre doğa halinde “insan insanın kurdudur” ve yaşam “yalnız, fakir, kötü, brutaldir”; güvenlik için insanlar özgürlüklerinden feragat edip Leviathan adını verdiği mutlak egemene itaat etmek zorundadırlar. Bu bakış açısı, bireysel özgürlüğü feda etme pahasına düzen ve güvenliği sağlar ama özgürlük olgusunu geri plana iter.
Locke ise Hobbes’un karanlık tablosuna karşı daha iyimser bir insan doğası çizdi. Locke’un toplum sözleşmesi anlayışında insanlar devlete yaşam, özgürlük ve mülkiyet gibi doğal haklarını korumak için katılırlar. Devlet otoritesi sınırlıdır ve bireyler temsilciler aracılığıyla yönetime katılır; yönetim bu hakları ihlal ederse halkın direnme hatta isyan etme hakkı vardır. Locke, mülkiyet hakkını vurgulayarak özgürlüğü büyük ölçüde mülkiyetin güvencesiyle ilişkilendirdi. Yani birey, özel alanında özgür bırakılmalı, devlet temel hakları korumak dışında müdahaleci olmamalıdır. Bu yönüyle Locke, liberal düşüncenin habercisiydi ve negatif özgürlük (başkalarının veya devletin müdahale etmemesi anlamında özgürlük) anlayışına yakındı.
Jean-Jacques Rousseau (1712-1778) ise bu iki çizgiden de ayrılan, kendine özgü bir toplum sözleşmesi ve özgürlük anlayışı geliştirdi. Aydınlanma filozofu olarak anılsa da Rousseau, birçok bakımdan dönemin diğer düşünürlerine kıyasla aykırı bir konumdaydı.
Bir yandan akıl ve bireysel haklar çağında yaşayıp mutlak monarşiyi reddediyor, öte yandan sırf aklın ilerlemesiyle toplumun daha iyiye gideceği fikrine şüpheyle yaklaşıyordu. Nitekim Rousseau, 1750’de kaleme aldığı Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev (birinci söylev) ile “medeniyet ilerledikçe ahlak bozulur” tezini ortaya atarak sansasyon yaratmıştı. Ardından 1755’te yazdığı İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı Üzerine Söylev (ikinci söylev) ile doğal durumda insanların başlangıçta özgür ve eşit olduğunu, ancak mülkiyetin ortaya çıkışıyla birlikte toplumda eşitsizliklerin, köleliğin ve ahlaki çöküşün başladığını savundu. Bu eserde Rousseau, meşhur bir anekdotla özel mülkiyetin kuruluşunu eleştirir:
“Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip ‘Burası benimdir’ diyen ve buna inanacak kadar saf olan insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun ilk kurucusu oldu. O zaman biri çıkıp, çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da insanlara ‘Sakın dinlemeyin bu sahtekârı. Meyveler herkesindir, toprak hiç kimsenin değildir ve bunu unutursanız mahvolursunuz’ diye haykırsaydı, işte o adam insan türünü nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden kurtaracaktı.”
Rousseau bu çarpıcı betimlemeyle, uygarlığın başlangıcında ortaya çıkan mülkiyet fikrinin insanlığı zincire vurmaya başladığını ima ediyordu. Doğa durumunda kendi halinde özgür ve faziletli yaşadığı farz edilen insan, toprağın “benim” diye sahiplenilmesiyle birlikte bağımlılıklar ve eşitsizlikler ağına düşmüştü. İşte Rousseau’nun özgürlük arayışı, bu bozulmanın nasıl giderilebileceği sorusuyla yakından ilişkiliydi. Tam da bu nedenle, Rousseau’nun siyaset felsefesindeki asıl amacı, bozulan özgürlük ve eşitlik dengesini yeniden kuracak yeni bir toplumsal düzen tasarlamaktı. Bu arayış onu Toplum Sözleşmesi (1762) eserine götürdü.
Rousseau döneminin bağlamına baktığımızda, onun düşüncelerinin ne denli devrimci olduğunu daha iyi anlarız. 18. yüzyılda “demokrasi” kavramı pek revaçta değildi; çoğu Aydınlanma düşünürü yönetimde halkın doğrudan söz sahibi olmasına temkinli yaklaşıyordu. Rousseau ise devleti kuran sözleşmenin ancak halkın ortak iradesiyle mümkün olduğunu ve egemenliğin asla devredilemeyeceğini savunarak, cumhuriyetçi ve demokratik fikirlerin erken bir temsilcisi oldu.
Antik Yunan kent devletlerinin doğrudan demokrasi deneyimlerinden ilham aldı ve vatandaşların ortak yarar etrafında bütünleştiği bir toplum ideali çizdi.
Elbette bu fikirler dönemin monarşik düzeni için rahatsız ediciydi. Nitekim Toplum Sözleşmesi yayımlandığında büyük tepki çekti; kitap Fransa ve Cenevre’de yasaklanıp yakıldı, Rousseau tutuklanma tehdidiyle sürgüne gitmek zorunda kaldı. Tüm bunlar, onun özgürlük ve eşitlik fikirlerinin ne kadar sarsıcı olduğunun bir göstergesiydi.
Özetle, Rousseau’yu Hobbes ve Locke’tan ayıran temel nokta, özgürlüğü koruma ve eşitliği sağlama konusunda çok daha radikal bir yaklaşım benimsemesiydi. Hobbes güvenlik uğruna özgürlüğü feda ediyor, Locke özgürlüğü mülkiyetle sınırlandırıp temsili yönetime bel bağlıyordu. Rousseau ise “insan nasıl hem toplum düzeni içinde yaşar hem de özgür kalabilir?” sorusuna yanıt aradı. Onun cevabı, herkesin eşit söz sahibi olduğu ve ortak iyiyi hedefleyen bir toplum modeli tasarlamak oldu. Şimdi bu modelin ayrıntılarını, yani Toplum Sözleşmesi metnindeki ana fikirleri ve özgürlük paradoksunun çözümünü inceleyelim.
Metin İncelemesi: Toplum Sözleşmesi ve Özgürlük Paradoksu
Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi (Fransızca özgün adıyla Du Contrat Social) eserinin merkezinde “özgürlük ile otoriteyi uzlaştırma” çabası yatar. Kitap, ünlü “İnsan özgür doğar; oysa her yerde zincire vurulmuştur” cümlesiyle başlar
. Bu yalnızca toplumsal yaşamın birey üzerindeki kısıtlayıcı etkisine bir vurgu değil, aynı zamanda çözüme dair ipucunu da barındıran bir ifadedir. Rousseau, insanın doğal özgürlüğünü yitirip toplum içinde zincire vurulmuş hale gelmesini bir meşruiyet sorunu olarak ortaya koyar: Eğer insan özgür doğmuşsa, onu ne hakla bir başkasının boyunduruğuna sokabiliriz? Meşru bir siyasi otorite, bireylerin özgürlüğünü koruyarak nasıl kurulabilir?
Rousseau bu soruya cevaben, toplumun ancak herkesin rızasıyla ve ortak bir sözleşmeyle kurulursa meşru olacağını savunur. Bu sözleşme, bireylerin tek tek herkesle yaptığı bir anlaşmadır: Her bir kişi kendi doğal hak ve yetkilerini bütünüyle topluma devreder, ama karşılığında toplumun eşit bir üyesi ve ortak egemenin bir parçası olur. Kitap I, Bölüm VI’da Rousseau arzulanan toplumsal düzeni şöyle tarifler:
“Üyelerinden her birinin canını, malını bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki, orada her insan hem herkesle birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsın, hem eskisi kadar özgür olsun.”
Bu ideal formül, Rousseau’nun amacını net biçimde ortaya koyar: Öyle bir toplum düşünün ki herkes birlikte hareket ederken de aslında yalnızca kendine itaat ediyor ve doğa halindeki kadar özgür kalabiliyor. Nasıl mümkün olabilir bu? Anahtar kavram, Rousseau’nun ünlü “genel irade” (volonté générale) kavramıdır. Toplum sözleşmesiyle bir araya gelen bireyler, birleşmiş bir “halk” veya “yurttaşlar topluluğu” oluşturur. Bu topluluğun ortak iyiyi hedefleyen tek bir iradesi vardır ki buna genel irade denir. Herkes kendi bireysel çıkarlarından soyutlanarak, ortak yarar düşüncesiyle hareket ettiğinde ortaya çıkan irade budur. Rousseau’ya göre genel irade, bir toplumun ortak aklı ve vicdanıdır; daima kamunun yararını gözetir ve bu nedenle yanılmaz kabul edilir.
Elbette tek tek bireylerin istekleri (özel iradeleri) her zaman genel iradeyle örtüşmeyebilir – insanlar bencil davranabilir. Ancak ideal olan, yurttaşların bir araya geldiğinde “hepimizin iyiliği” için en doğru olanı istemeleridir.
Toplum sözleşmesinin şartı olarak, herbirimiz bütün varlığımızı ve gücümüzü genel istemin (genel iradenin) buyruğuna verir ve her üyeyi bütünün bölünmez bir parçası kabul ederiz
Böylece, sözleşmeyle birlikte halk egemenliği doğar. Egemenlik, artık herhangi bir kralda veya küçük bir zümrede değil, bizzat bütün vatandaşların oluşturduğu kolektif varlıkta, yani halkta tecelli eder. Rousseau, egemenliğin devredilemez ve bölünemez olduğunu özellikle vurgular: Halk, egemenliği bir parlamentoya veya lidere bırakamaz; bırakırsa artık özgür olmaz. Bu noktada Rousseau, temsilî demokrasiyi bile eleştirir – ona göre halk kendini temsil ettirmeye başladı mı özgürlüğünü yitirir, çünkü egemen güç parçalara bölünmüş olur.
“Temsilciler fikri modern bir icattır” der Rousseau; antik cumhuriyetlerde halk kendi kendini temsil ederdi ve ancak doğrudan kendisi karar alırken özgürdü.
Bu yüzden ideal siyaset formu, doğrudan demokrasiye yakın bir halk egemenliğidir. Elbette Rousseau da büyük ulus devletlerde bunun pratik zorluğunu görmüştü; bu nedenle küçük ölçekli, erdemli yurttaşlardan oluşan toplumları hayal etti (örneğin Corsica veya Cenevre gibi cumhuriyetlere hayranlık beslemişti).
Peki bu toplumsal düzen bireye ne kazandırır? Rousseau’nun cevabı: ahlaki ve siyasal özgürlük. İnsan doğal halde sınırsız bir kişisel özgürlüğe sahip olabilir, istedğini yapabilir; ama bu, onun arzularının kölesi olabileceği anlamına da gelir. Oysa toplum sözleşmesiyle kişi kendi üzerinde efendi olmayı, ortak yasalar çerçevesinde hareket etmeyi öğrenir. Rousseau der ki: “Salt isteklerin itisine uymak kölelik, kendimiz için koyduğumuz yasalara boyun eğmek özgürlüktür.”
Yani yalnızca canımızın istediğine koşulsuzca uymak aslında bir tür köleliktir – tutkularımızın, çıkarlarımızın kölesi oluruz. Gerçek özgürlük ise kendi koyduğumuz yasa’ya itaat etmektir. Buradaki “kendi koyduğumuz yasa” ifadesi son derece kritik: Toplum içinde yaşarken uymak zorunda olduğumuz kurallar, eğer bizim ortak irademizin ürünü olan yasalar ise, onlara boyun eğmek aslında kendi irademize boyun eğmek demektir. Bu durumda başkasının kölesi değil, kendi kendimizin efendisi oluruz.
Rousseau’nun ortaya koyduğu özgürlük paradoksu işte budur: Başkalarına boyun eğmemek için, herkesle birlikte ortak yasalara boyun eğeriz. Bu sayede kaybettiğimiz doğal özgürlüğün yerine daha değerli bir özgürlük kazanırız: Buna sivil özgürlük veya ahlaki özgürlük diyebiliriz. Doğal özgürlük, kişinin sadece kendi gücünün elverdiği şeyleri yapabilmesiydi; güçlü olanın daha “özgür” olduğu, bir anlamda ormanın kanununun geçerli olduğu bir özgürlüktü. Sivil özgürlük ise yasalarla tanımlanmıştır ve herkes için eşit bir güvence sunar. Dahası, genel iradeye uymak bireye ahlaki özgürlük de kazandırır, çünkü kişi sadece kişisel arzularının esiri olmaktan kurtulur ve ortak aklın, adalet duygusunun bir parçası olur. Rousseau, toplum sözleşmesiyle “insanın doğal halden medenî hale geçerken kazandığı şeyin, kaybettiklerinden çok daha büyük olduğunu” savunur. Artık insanlar kaprislerinin peşinde koşan yalıtık bireyler değil, bir yurttaşın erdemine kavuşmuş topluluk üyeleridir.
Toplum Sözleşmesi metninde Rousseau, ideal bir cumhuriyet tasarlarken pratikte bu işin yürümesi için bazı kurumlara da değinir. Örneğin yasama gücünün halka ait olduğunu, ancak yürütme işlerini görmek üzere hükümet denilen bir aygıtın kurulabileceğini belirtir. Ne var ki hükümet (yürütme) halkın vekili yahut memurudur, egemenliği asla kullanamaz; yasa yapma yetkisi tümüyle halk meclisindedir. Rousseau, halkın belirli aralıklarla toplanıp genel iradeyi yoklamasını, gerekirse hükümet görevlilerini değiştirmesini öngörür. Ayrıca toplumun başlangıcında, insanları bir araya getirip onlara bu ortak kimliği kazandıracak bir kurucu yasa koyucu (lögaatöre benzer, Platon’un “filozof kralı”nı andıran bir figür) gerektiğini söyler. Bu yasa koyucu, karizması ve bilgeliğiyle toplumun temellerini atacak yasaları önerir, fakat bu yasaları kabul edecek olan yine halktır; yasa koyucu yönetici olmaz, sadece rehberlik eder. Tarihten örnek olarak Lycurgus (Sparta’nın efsanevi kanun yapıcısı) veya Roma’nın kuruluş mitindeki Numa Pompilius gibi figürleri anar.
Rousseau ayrıca toplumu bir arada tutmak ve yurttaşların yurtseverliğini pekiştirmek için bir çeşit sivil din fikrinden bahseder. Devletin, bireyleri ortak ahlaki değerlerde buluşturacak basit birkaç inancı teşvik etmesini önerir (örneğin toplum sözleşmesine ve yasalara saygı, erdem, vatan sevgisi gibi değerler). Bu, fanatik bir din değil, toplumsal bağları kuvvetlendiren bir ortak inanç çerçevesidir. Çünkü Rousseau biliyordu ki genel iradenin işlemesi, yurttaşların belli bir erdem düzeyine sahip olmasını gerektirir; eğer herkes bencil ve çıkarcıysa, genel irade ortaya çıkamaz veya yozlaşır.
Sonuç olarak Toplum Sözleşmesi, teorik olarak her bir bireyin özgürlükten taviz vermeden toplumun parçası haline geldiği bir düzeni tasvir eder. Bu düzenin kalbi yurttaşlık kavramında yatar: Birey artık sadece “insan” değil, aynı zamanda kamusal alanda etkin bir vatandaştır. Rousseau’nun ideal yurttaşı, özel çıkarlardan çok ortak çıkara değer verir, yasalara itaat ederken aslında kendi iradesine itaat ettiğini bilir. Böyle bir toplumda kimse bir başkasının kulu kölesi değildir; herkes halk egemenliğinin eşit ortağıdır. Elbette Rousseau’nun bu görüşleri, sonraki düşünürlerce farklı şekillerde yorumlanmış, eleştirilmiştir. Kimileri Rousseau’yu “çoğunluk diktasını” veya kolektivizmi meşrulaştırmakla suçlamış, “genel irade” kavramının totaliter rejimlere kapı aralayabileceğini iddia etmiştir
Rousseau’ya göre ise bu eleştiriler, onun teorisindeki ahlaki veçheyi görmezden gelir. Zira genel irade, sıradan çoğunluk görüşü değil, en yüce ortak faydanın sezgisi gibidir; bir toplumda gerçek genel irade işlemez hale gelmişse, orada zaten Rousseau’nun idealindeki türden bir cumhuriyet yok demektir.
Rousseau, Toplum Sözleşmesi dışında başka eserlerinde de özgürlük ve toplum meselelerini dolaylı olarak ele almıştır. Émile ya da Eğitim Üzerine (1762) adlı eserinde, hayali bir çocuğu (Émile’i) doğal yöntemlerle eğitirken aslında özgür bir insan ve iyi bir yurttaş yetiştirmenin reçetesini verir. Orada bireyin özgürlüğünü korurken toplumun bir üyesi olmayı öğrenmesi gerektiğini vurgular. Hatta Émile’in bir bölümünde “özgürlük” hakkında şöyle bir içgörü paylaşır: “Özgürlüğün insanın canının istediğini yapması anlamına geldiğine asla inanmadım. Özgürlük, daha ziyade, yapmak istemediğini yapmamaktır.”
. Bu söz, Rousseau’nun özgürlük anlayışını günlük hayat bağlamında da özetler nitelikte: Özgür insan, kendi istemediği bir şeyi yapmaya zorlanmayan insandır – ister toplum içinde olsun, ister bireysel ilişkilerde.
Ayrıca Rousseau’nun İtiraflar (Confessions) ve Yalnız Gezerin Düşleri (Rêveries) gibi daha kişisel eserlerinde, toplumdan uzaklaştığı anlarda bile özgürlük fikrini adeta ruhunda tarttığını görürüz. Kendi hayat deneyimi, özgürlüğe düşkün bir ruhun katı toplum normlarıyla uyuşmazlığını yansıtır. İtiraflar’ında samimiyetle hayatını anlatırken, bir birey olarak toplumun beklentileriyle çatışmalarını dile getirir. Bu, onun felsefi iddialarını bizzat yaşamında sınadığı örnekler sunar: Toplum içinde özgür ve dürüst kalmak ne kadar zordur, bunu kendi hikâyesinde göstermiştir.
Özetle, Rousseau’nun eserlerinden süzülen temel mesaj şudur: Gerçek özgürlük, başıbozukluk ya da sınırsız bireycilik değil; ortak iyiye uygun bir düzen içinde, kendi kendine koyduğun kurallara uyarak yaşamaktır. Özgürlük paradoksu, Rousseau’nun çözümünde, paradoks olmaktan çıkar: İnsan, ancak toplum içinde ahlaken özgür olabilir; yoksa ya başkasının zorbalığına boyun eğer ya da kendi tutkularının esiri olur.
Günümüzle Bağlantı
Rousseau’nun düşünceleri 18. yüzyılda yazılmış olabilir, ancak özgürlük, toplumsal sözleşme ve genel irade gibi kavramlar günümüz siyasetinde ve toplum tartışmalarında hala güncelliğini koruyor. Şimdi Rousseau’nun ortaya koyduğu fikirleri modern dünyayla bağlantılandırarak değerlendirelim.
Öncelikle birey-devlet ilişkisi bağlamında Rousseau’nun vurguladığı toplum sözleşmesi fikri, modern demokratik devletlerin temelinde yatan prensip olarak görülebilir. Bugün anayasalar ve toplumsal mutabakatlar, aslında yaşayan toplum sözleşmeleri gibidir. Halk egemenliği ilkesi, hemen hemen tüm demokratik rejimlerin meşruiyet dayanağıdır – örneğin anayasamız “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” der ki bu, doğrudan Rousseau’cu bir ifadedir. Ancak, uygulamada halk egemenliği çoğunlukla temsilî demokrasi yoluyla işler; vatandaşlar belirli aralıklarla seçim yaparak iradelerini temsilcilere devrederler. Rousseau ise temsiliyetin özgürlüğü zedeleyebileceği konusunda uyarıyordu. Günümüzde pek çok insan, seçilmiş temsilcilerin gerçekten genel iradeyi yansıtıp yansıtmadığı konusunda kaygılı. Siyasette güven erozyonu ve temsil krizleri yaşanıyor: Seçmenler, oy verdikleri kişilerin veya partilerin halkın ortak çıkarından ziyade kendi çıkar çevrelerine hizmet ettiğini düşünebiliyor. Bu durum, Rousseau’nun “halk kendini temsil ettirmeye başladığında özgür olmaktan çıkar” sözünü hatırlatıyor. Gerçekten de günümüzde demokrasi krizlerinin bir boyutu, vatandaşların karar alma süreçlerinden kendilerini dışlanmış veya etkisiz hissetmeleri, yani yabancılaşmasorunudur.
Bu noktada Rousseau’nun fikirleri, modern demokrasiye bazı eleştirel aynalar tutabilir. Örneğin, bugün sıkça dile getirilen bir kavram olan katılımcı demokrasi veya doğrudan demokratik uygulamalar, aslında Rousseau’nun ruhuna daha yakındır. Dünyanın çeşitli yerlerinde uygulanan referandumlar, vatandaş meclisleri, yerel yönetimlere halk katılımı projeleri, hatta teknolojinin imkan verdiği e-yönetim platformları, halkın karar süreçlerine daha doğrudan katılmasını amaçlıyor. İsviçre’deki sık referandum uygulaması veya İzlanda’nın anayasa yapım sürecinde sosyal medya üzerinden halktan görüş alınması gibi örnekler verilebilir. Rousseau yaşasaydı belki de bu tür doğrudan katılım mekanizmalarını memnuniyetle karşılar, “genel irade”yi ortaya çıkarmanın çağdaş yolları olarak görürdü. Fakat aynı zamanda uyarırdı: Katılımın anlamlı olabilmesi için vatandaşların yeterince bilgili, erdemli ve ortak iyiyi düşünebilir halde olması gerekir. Aksi takdirde çoğunluk yanılgıları veya popülizm tuzağına düşülebilir.
Gerçekten de, Rousseau’nun eserlerinde çizdiği erdemli yurttaş profili günümüzle karşılaştırıldığında idealist kalıyor. Modern toplumlar çok daha büyük, çeşitli ve çıkar çatışmalarıyla dolu. Çoğulculuk dediğimiz olgu, bir bakıma Rousseau’nun homojen “ortak çıkar” varsayımını zorlar. Farklı gruplar, sınıflar, etnik veya dini topluluklar, hepsi farklı isteklerle siyasete katılıyor. Genel irade kavramını uygulamada tespit etmek neredeyse imkânsızlaşıyor – acaba genel irade çoğunluğun kararı mıdır, yoksa üzerinde uzlaşılmış ortak payda mı? Bu soru, modern demokrasilerin bitmeyen bir tartışmasıdır. Örneğin, bir toplumun %51’i belli bir yönde oy verip %49’u karşı çıktığında, çoğunluğun dediğini yapmak genel irade midir? Rousseau çoğunluk iradesini her zaman genel irade ile eş tutmaz; eğer azınlığın haklarını çiğneyen veya ortak çıkara aykırı bir karar ise, bu sadece “herkesin istemi”nin (özel iradelerin toplamının) bir sonucu olabilir, gerçek genel irade olmayabilir.
Bu açıdan bakıldığında günümüzde anayasal demokrasilerin, çoğunluk kararlarını temel hak ve özgürlüklerle dengeleyerek, belki de Rousseau’nun çoğunluk tiranlığı endişesine çözüm getirmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Anayasalar bir anlamda “genel irade”nin süreklileşmiş ifadesi gibi kabul görüyor – yani geçici çoğunlukların aşamayacağı temel ilkeler (özgürlük, eşitlik, adalet gibi) anayasaya konarak, toplumun ortak iyisinin daimi çerçevesi çiziliyor. Rousseau’nun sivil din veya ortak değerler vurgusunun modern karşılığı, işte bu anayasal değerler ve insan hakları kültürü olabilir.
Sosyal medya çağında özgürlük meselesine gelirsek: Rousseau, iletişimin bu denli küresel ve anlık olduğu bir dünyayı hayal edemezdi belki, ama fikirleri bazı yönlerden oldukça isabetli öngörüler içeriyor. Sosyal medyayı ele alalım: Bir yandan her bireyin sesini duyurabildiği, düşüncesini ifade edebildiği dev bir kamusal alan gibi. Bu açıdan bakarsak, ifade özgürlüğünün zirvesi sayılabilir – herkes “sözleşme”ye dahil olup görüş beyan ediyor. Ama öte yandan sosyal medya, genel irade oluşumunu kolaylaştırmaktan ziyade zorlaştırıyor da olabilir. İnsanlar algoritmaların yönlendirmesiyle kendi yankı odalarında (echo chamber) benzer düşünenlerle bir araya geliyor, ortak iyi yerine grup çıkarlarını veya hatta yanlış bilgilere dayalı kanaatleri pekiştiriyorlar. Toplum, ortak paydada buluşmak yerine kutuplara ayrılabiliyor. Bu, Rousseau’nun “herkesin istemi” dediği parçalanmış iradelerin toplamına benzer: Özel çıkarlara, özel fikirlere bölünmüş kitleler, bir araya gelerek ulusun ortak aklını oluşturamıyor. Sonuçta sosyal medyada ortaya çıkan şey çoğu zaman sağduyulu bir ortak irade değil, en gürültülü veya duygusal tepkilerin hakim olduğu bir ortam oluyor. Rousseau, böyle bir durumda özgürlüğün tehlikede olduğunu söylerdi, çünkü kamusal tartışma ortak iyiyi hedeflemezse, çıkan kararlar da meşru bir genel iradeyi yansıtmayacaktır.
Özgürlük kavramı da sosyal medya ve dijital çağda yeni boyutlar kazandı. İfade özgürlüğü kadar veri özgürlüğü veya mahremiyet konuları gündemde. İnsanlar gönüllü olarak özel hayatlarının detaylarını, alışkanlıklarını teknoloji şirketlerine teslim ediyorlar – bu bir tür modern toplum sözleşmesi mi? Örneğin, Facebook, Twitter gibi platformların kullanım koşullarını kabul ederek onlara verilerimizi veriyoruz, karşılığında iletişim kurma hizmeti alıyoruz. Burada da bir özgürlük paradoksu var: Özgürce iletişim kurabilmek için, kişisel verilerimizin denetlenmesine, reklam amaçlı kullanılmasına razı oluyoruz. Rousseau’cu bakışla söylersek, doğal özgürlüğümüzün bir kısmını (mahrem kalma hakkımızı) toplumdaki yeni bir yapıya (dijital platformlara) devrediyoruz. Bu devrin sonucunda gerçekten daha mı özgürüz, yoksa yeni tür zincirlere mi sahibiz? Tartışmaya açık. Kimi der ki internet ve sosyal medya, bilgiye erişimi demokratikleştirerek insanları güçlendirdi, özgürlüğü artırdı. Kimileri de der ki büyük teknoloji tekelleri ve dijital gözetim, insanların düşüncelerini manipüle ederek onları görünmez zincirlerle kontrol ediyor. Belki de her ikisi birden doğru: Bu çağ, hem özgürleşme hem de yeni bağımlılık ve yabancılaşma biçimlerini bir arada getiriyor.
Rousseau’nun özellikle üzerinde durduğu yurttaşlık kavramı da günümüzde yeniden ele alınıyor. Modern toplumlarda insanlar kendilerini sadece bir ulusun vatandaşı değil, aynı zamanda küresel dünyanın, sivil toplumun veya çeşitli toplulukların üyesi görüyorlar. Katılım dediğimiz olgu, sadece seçimde oy vermekten ibaret değil artık; sokak gösterilerine katılmak, imza kampanyaları düzenlemek, sosyal medyada toplumsal konularda kampanyalar yapmak gibi formlar aldı. Bu çeşitlilik içinde Rousseau’nun ortak iyi vurgusu bize derli toplu bir soru soruyor: Tüm bu farklı katılım biçimleri arasında gerçekten genel bir irade, ortak fayda etrafında buluşabiliyor muyuz, yoksa her grup kendi iradesini dayatmaya mı çalışıyor? Örneğin, iklim değişikliği gibi küresel bir sorunda genel irade, uzun vadeli gezegenin faydasını gözetmek olmalıydı; ama pratikte ülkeler ve çıkar grupları kısa vadeli ekonomik çıkarları için ortak iyiyi savsaklayabiliyor. Rousseau, böyle durumlarda muhtemelen “genel iradenin ortaya çıkması için hepimizin kendimizi aşmamız, dar çıkarlarımızı bir kenara bırakmamız gerekiyor” derdi. Günümüzün acil sorunları –iklim krizi, salgınlar, küresel adaletsizlikler– aslında ulusları bile aşan, tüm insanlığın ortak iradesini gerektiren meseleler. Belki Rousseau’nun fikirleri ulusal düzeyde kaldığı için yetersiz görünebilir, ama prensipte insanlık için de geçerli: Daha geniş bir sözleşmeye, küresel bir genel irade anlayışına ihtiyaç var gibi.
Son olarak, modern dünyada özgürlük kavramının dönüşümüne Rousseau perspektifinden bakalım. Bireysel özgürlükler alanında bugün çok daha ileri noktalardayız: Düşünce özgürlüğü, inanç özgürlüğü, ekonomik girişim özgürlüğü, seyahat özgürlüğü vb. pek çok hak tanınıyor (en azından birçok ülkede). Fakat bir yandan da insanlar kendilerini güçsüz hissediyorlar. Büyük kurumlar, devletler, şirketler karşısında tek bir bireyin etkisi sınırlı kalıyor. Bu da bir yabancılaşmaduygusu yaratıyor: “Benim sesim neyi değiştirir ki?” hissi. Rousseau’nun ideal toplumunda hiç kimse böyle hissetmemeliydi, çünkü herkes egemenin parçasıydı ve kamusal hayata doğrudan doğruya katılıyordu. Bu ideal günümüzde eksik kaldığı için, demokrasiye inanç zayıflıyor. Birçok ülkede genç kuşaklar, sandığa gitmek yerine protestoları veya sivil inisiyatifleri tercih ediyor; klasik siyaset kanallarına güven az. Rousseau’yu okurken, belki biz de kendi toplum sözleşmemizi güncellememiz gerektiğini düşünebiliriz. Özgürlüğün sadece seçimde oy atmak değil, günlük hayatın her alanında söz sahibi olmak olduğunu hatırlamalıyız.
Öte yandan, Rousseau’nun uyarısını da unutmayalım: Özgürlük sadece istemediğini yapmamaktır demişti
. Günümüz insanı için bu söz hala geçerli. Eğer bir siyasi veya sosyal düzen, bireyi aslında yapmak istemediği şeylere zorluyorsa – bu bir baskı rejimi de olabilir, bir tüketim kültürü dayatması da olabilir – orada özgürlük eksik demektir. Mesela sürekli tüketime özendiren, insanları reklamlarla yönlendiren bir düzen düşünelim; insanlar “istemedikleri şeyleri satın almayı” arzulayacak şekilde şartlandırılıyorsa, bu da bir özgürlük paradoksudur. Modern dünyada özgürlük, sadece kanunlarla değil, ekonomik ve kültürel güçlerle de sınanıyor. Rousseau’nun “zincirleri” belki bugün daha görünmez ama hala mevcut.
Kapanış
Tek anlatıcılı bu yolculuğun sonunda, Rousseau ve Toplum Sözleşmesi etrafında dönen özgürlük tartışmamızı özetleyelim. Rousseau bize özgürlüğün kolay bir yol olmadığını, ama uğruna mücadele etmeye değer bir ideal olduğunu gösteriyor. Onun düşüncesinde özgürlük, başıboş bir bireysellik değil, ortak bir düzene gönüllü katılım yoluyla elde edilen daha yüksek bir bilinç halidir. Özgürlük paradoksu dediğimiz olgu aslında bir çözüm barındırıyor: İnsan, kendi koyduğu kurala uyarsa özgürdür. Başka bir deyişle, ancak birlikte ve eşit koşullarda yaşamak için bazı bireysel isteklerimizi sınırladığımızda, gerçek anlamda özgür ve eşit bir toplum kurabiliriz.
Rousseau’nun genel irade, egemenlik ve yurttaşlık kavramları, bugün bile siyasi sözlüğümüzün parçası. Her ne kadar dünyamız Rousseau’nun küçük cumhuriyet idealinden çok daha karmaşık olsa da, onun vurguladığı prensipler yol gösterici olabilir: Halkın yönetime etkin katılımı, kamusal yararın kişisel çıkarlardan üstün tutulması, yasaların herkesi eşit derecede bağlaması, hiçbir bireyin bir başkasının efendisi veya kölesi olmaması… Bu idealler, her demokrasinin özünde yatan hedefler değil mi?
Elbette Rousseau’nun fikirleri uygulamada pek çok zorlukla karşılaşmıştır ve karşılaşmaya devam edecek. Ancak filozofun değeri, bize daima daha iyi bir siyasal toplumu hayal etme cesareti vermesindedir. Aydınlanma düşünürleri arasında Rousseau, eşitlik ve özgürlük tutkusuyla devrimci bir figür olarak hatırlanır. Nitekim yazdıkları, Fransız Devrimi’nde yankı bulmuş, “Genel irade” kavramı devrimci slogana dönüşmüştür. Bu miras karışıktır: Bir yandan “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” ideallerine esin kaynağı olurken, bir yandan Jakobenlerin radikalizmine de zemin hazırlamıştır. Tarihsel açıdan bakıldığında, Rousseau’nun etkisi hem demokratik hem otoriter yorumlara açık olmuştur. Ancak biz bugün onun metinlerine döndüğümüzde, özünde insan onuruna ve özgürlüğüne dair derin bir insani kaygı gördüğümüzü söyleyebiliriz.
Sonuç olarak, “Rousseau ve Toplum Sözleşmesi: Özgürlük Paradoksu” başlıklı bu sohbetimizde, bireyin ancak toplumla birlikte özgür olabileceği yönündeki görüşü ele aldık. Rousseau’nun güçlü kalemi ve fikirleri bize şunu fısıldıyor: Özgür doğmuş insan, her yerde zincire vurulmuş olabilir; fakat bu zincirleri meşru kılmak da, çözmek de yine insanın kendi elindedir. Toplum, eğer adil bir sözleşme üzerine kurulursa, zincirler bir güvenlik kemerine dönüşür – bizi korur ama aynı zamanda hareket alanımızı düzenler. Önemli olan, o kemeri birlikte ve rızayla takmış olmamızdır. Rousseau’nun düşüncesinden günümüze kalan en değerli ders belki de şudur: Özgürlük, sorumlulukla el ele gitmelidir. Kendi kaderimizin efendisi olmak istiyorsak, hem kendimize hem topluma karşı sorumluluklarımız olduğunu unutmadan, ortak iyiyi gözeterek hareket etmeliyiz.
Böylece bir saatlik tartışmamızın sonuna geliyoruz. Umarım Rousseau’nun fikirlerini derinlemesine ama anlaşılır bir şekilde aktarabilmiş, özgürlük paradoksunun neden hala önemli olduğunu gösterebilmişizdir. Şimdi mikrofonu yavaşça kapatırken, sizleri bu düşüncelerle baş başa bırakıyoruz. Kendi hayatlarımızda ve içinde yaşadığımız toplumlarda, özgürlük ile düzen arasındaki dengeyi kurmaya çalışırken Rousseau’nun sesini hatırlayalım. “Özgürlük, kendimize koyduğumuz yasalara itaat etmektir.” Bu dengeyi bulduğumuzda, belki de zincirlerimizden gerçekten kurtulmuş olacağız. Teşekkürler ve bir sonraki bölümde görüşmek üzere.
Kaynaklar:
- Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi (Du Contrat Social), çev. M. Turhan, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yay., 1990. (Alıntılar için bkz. Vikisöz)
tr.wikiquote.org
tr.wikiquote.org
tr.wikiquote.org
. - Jean-Jacques Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı Üzerine Söylev, çev. Hazal Deliçaylı, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2018. (Özel mülkiyetle ilgili alıntı)
evrimagaci.org
. - Jean-Jacques Rousseau, Émile ya da Eğitim Üzerine, çev. Volkan Yalçıntoklu, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2019. (Özgürlük tanımı ile ilgili alıntı)
1000kitap.com
. - Figen Dereli, “Rousseau ve Çoğunlukçu Demokrasi Anlayışı,” Alternatif Politika, cilt 4, sayı 3 (2012): 457-479. (Rousseau’nun siyaset kuramının değerlendirmesi)
alternatifpolitika.com
alternatifpolitika.com
. - Britannica Ansiklopedisi çevrimiçi, “Democracy – Rousseau, Representation, Equality” (erişim Mart 2025) – Rousseau’nun demokrasi ve temsiliyet eleştirisi üzerine
britannica.com
TR:
Bu videolardaki tüm materyaller eğitim amaçlı kullanılmaktadır ve adil kullanım kurallarına uygundur. Telif hakkı ihlali amaçlanmamıştır. Bu videoda kullanılan materyallerin telif hakkı sahibiyseniz veya bunları temsil ediyorsanız ve söz konusu materyalin kullanımıyla ilgili bir sorununuz varsa, lütfen e-postam aracılığıyla kanalımdaki “hakkında” sayfasından benimle iletişime geçin veya websitemiz üzerinden bizlere form aracılığıyla ulaşın.
ENG:
All materials in these videos are used for educational purposes and fall within the guidelines of fair use. No copyright infringement is intended. If you are or represent the copyright owner of materials used in this video and have a problem with the use of said material, please contact me via my email in the “about” page on my channel or via our website.
#carlgustavjung #jung #sigmund #sigmundfreud #podcast #podcasts #türkçepodcast #kültürsanat #psikoloji #psikiyatri #arketipler #gölgearketipi #heinzkohut #heinz #kohut #kendilikpsikolojisi #psikoloji #freud #anne #anneolgusu